Yeni Bir Tutarlılık ve Samimiyet Testi Daha!

Eşcinsellik durumunu ve duruşunu bir kimlik siyasetine dönüştüren, bu durumu normal, meşru, yasal ve hatta imrendirici bir pozisyona kavuşturmak üzere gerek örgütlü gerekse gönüllü mücadele veren çevrelerin Devlet Bakanı Aliye Kavaf’ın açıklamalarına verdikleri tepkilerin dozajına ve yaygınlığına bakınca kamuoyunu ve siyaseti yönlendirme potansiyeli açısından hiç de azımsanamayacak güçlü bir lobi oldukları görüldü. Elbette ki bu güç toplumsal taleplerden, eşcinsellik örgütlenmelerinin temsilci ve sözcülerinin ortaya koydukları üstün meziyetlerden veya içine düştükleri krizden bir çıkış yolu ararken LAMBDA-İST, KAOS-GL vs gibi örgütlerin girdabına kapılmış toplum kesimlerinin önü alınamaz gidişatlarından kaynaklanmıyor. Peki, ama neden bu süreç bu kadar yaygın toplum kesimlerini tedirgin ediyor?

Demokrat, liberal, hoşgörülü olup olmamanın kriterlerinden biri de bu “yüksel(til)en değer” haline getirilen duruma karşı tavır almak ciddi tepki ve zorluklarla baş başa kalmak anlamına geliyor. Bu durum sadece siyaset dünyası için değil aynı zamanda sanat-edebiyat ve sivil toplum dünyası için de geçerli. Eşcinsellik meselesine bakışınız, bu siyaset karşısında takındığınız tutum adalete, merhamete ve tutarlılığa ne kadar yakın, ne kadar uzak olduğunuzun da kriteri olabiliyor. Kriter olsun olmasına korkumuz yok ancak bizim açımızdan her durumda Âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ’nın Kitabı ve rızası ile uyum her zaman belirleyicidir.

Tutarlılık testi olarak ihdas edilen eşcinsellik konusu Taraf gazetesi yazarı Hilal Kaplan “İslam ve Eşcinsellik Meselesi” başlıklı yazısı ile yeni bir tartışma sayfası açtı. Kaplan söz konusu yazısında Özgür-Der ve bazı İslami çevreleri hem eşcinsellik hem de Hrant Dink suikastı üzerinden bir analiz ve eleştiri konusu yapmış. “Müslüman bir sosyal bilimci” sıfatıyla analizler yapan Kaplan, bu iki meselede de temel tezlerini sıraladıktan sonra kendisine cevap vermek isteyenlere açık bir çağrı yapıyor: “Aynı benim yapmaya çalıştığım gibi İslam içerisinden cevap vermelerini bekliyorum.”

Kaplan’ın yazısı Bakan Aliye Kavaf’ın sözleri etrafında sürdürülen tartışmalarda Müslümanların ve seküler kesimlerin tutarlılığı-tutarsızlığı üzerinde şekilleniyor temelde. Bilginin kaynağına, bilgi-iktidar ilişkilerine dair isabetli ve geliştirici bir usul ortaya koyuyor. Diğer sosyal bilim dallarında olduğu gibi psikolojinin, psikiyatrinin de kapitalist üretim biçimi ve iktidar alanlarıyla olan yakın ilişkisini görmezden gelerek oluşturulan söylem ve siyasetlerin her an ofsayta düşebilecek naif, kırılgan, istikrar yoksunu karakterine dikkat çekiyor. Batılı paradigma üzerine bina edilen söylemlerin yerine eşcinsellikle alakalı söylemleri “hastalık” olarak değil de “günah” olarak değerlendirmenin nedenlerine dair yazısını sürdürüyor.

Zina, içki, faiz vs gibi günahlar gibi bir günah olan livata/eşcinselliğin hangi sebeple diğer günahlardan daha fazla infialle karşılandığını anlamakta zorluk çektiğini anlatan Kaplan, eşcinsellere “hastalık” gibi küçültücü ve dışlayıcı kavramsallaştırma ile yaklaşmanın meseleyi anlamaya engel olduğunu ifade ediyor. Önemli bir kısmı doğru, yerinde ve vakaya uygun olan yazısında Hilal Kaplan’ın bazı bilgi ve kıyas yanlışlarına ve eksikliklerine dikkat çekmek istiyorum.

Öncelikle sıradan, bireysel bir günahtan değil bir kimlik ve siyaset aracı haline getirilen örgütlü bir ifsattan bahsediyoruz. Örgütlenmiş, yasal zemine oturtulmuş, propaganda ile imrendirilen homoseksüel kimlik siyasetinin ifsat gücü bugün kapitalist üretimin güçlü temsilcileri ve kurumları tarafından bütün imkânlar seferber edilerek yaygınlaştırılmak isteniyor. Normalleştirilmek istenen bir sapkınlık ile siyasetten edebiyata, toplumsal algıdan kanuni düzenlemelere hatta neredeyse Cuma namazlarında okunacak hutbelere kadar adeta bütün alanlar kuşatma altına alınmak isteniyor. Sayın Kaplan’ın ifade ettiği gibi livata/eşcinsellik günahlardan bir günah değildir. Bu durum hiçbir günahı küçük görmeye, sıradanlaştırmaya kapı açmaz. Ancak örgütlenerek, propaganda edilerek yaygınlaştırılmak istenen fuhşun, alkolün, faizciliğin karşısına çıkmadığımızı kim söyleyebilir? Livatanın zina ile aynı muameleye tabi tutuluyor olması ona karşı oluşan tedirginlikleri ve tepkileri hafifletici bir sebep sayılmaz. Ancak daha önemli bir husus ise livata/eşcinsellik sebebiyle bütün bir toplumun helak edilişini anlatan Kur’an kıssasıdır. Üstelik sadece eşcinselliği karakter edinenleri değil bu çirkin, akıldışı, zalimane ilişki biçimini meşru görenleri, tepkisiz kalanları, gereğince mücadele etmeyenleri (İçlerinde Lut Peygamber’in karısının da bulunduğu özellikle belirtilir.) Allah-u Teâlâ’nın helak etmesinin bütün açıklığıyla beyan edilmesi son derece önemlidir. Araf ve Hud sureleri bu kötü ilişki biçimini hayâsız/edepsiz, çirkin, akılsızca olarak tanımlar. Bu çirkin ilişki sahiplerinin korkunç akıbetini anlatırken her iki surede de devam eden ayetler Şuayb (a.s.)’ın hitap ettiği Medyen halkının ortaya koyduğu ölçüde ve tartıda fesat/bozgunculuk yapanların helakiyle beraber zikredilmiştir. Zina, içki, kumar elbette ki büyük günahlardandır fakat livata/eşcinsellik sorununa karşı yükselen tepkiyi abartılı, temelsiz, sebepsiz görmek/göstermek için oluşan tepkileri tutarsız bulmak da mantıklı değildir. Tersine bu soruna gösterilen tepkinin aynı oranda diğer günahlara karşı gösterilmesini teşvik etmek, gerekliliğini hatırlatmak daha doğrudur. Tabi en başta kendinizi de bu sorumluluğun bir parçası olduğunu unutmadan.

Sayın Kaplan “…mevzu bahis eşcinsellik olunca yan yana gelen onlarca İslami kuruluş…”un söylemini “hastalık kavramı üzerine bina” ettiğini iddia ediyor. Önce Özgür-Der’in bildirisi üzerine sarf ettiği sözlere dair bir şeyler söyleyelim. Özgür-Der’in bildirisinde nerede hastalık iddiası var, neresinde psikiyatriye veya psikolojiye referans gönderimi var? Taraf okurlarının zihninde Özgür-Der ile ilgili haksız bir imaj oluşturabilir ama Özgür-Der’i yakından takip eden hiç kimse Kaplan’ın bu toptancılığına pirim vermez. İkincisi “…Günah kavramının ağırlığı ve/veya açtığı söylemsel meşruiyet alanı mı bize kâfi gelmiyor yoksa?” cümlesini kurarken kimi, hangi veriye dayanarak kompleksle suçluyorsunuz acaba? Özgür-Der’in 10 Mart tarihinde yayınladığı bildirideki şu cümleleri göremediniz mi yoksa hangi referansa dayandığını mı anlayamadınız?: “…Ne zamandan beridir ve hangi gerekçelerle dinimizin haram kıldığı, giderilmesi gereken çirkin bir günah olarak vasfettiği bir ilişki biçimine saygı duyma, hoş görme zorunluluğumuz var acaba?” Biraz daha ilave edelim isterseniz: “…İğrenç günahlara, mantık düşmanı sapmalara, vicdanları kanatan bağımlılıklara karşı bizlerden saygı, sevgi ve hoşgörü beklemek dahası bizleri bu yola zorlamak terbiyesizliğin dik alasıdır.” Belki sizin kadar sosyal bilimlerin diline, literatürüne, metodolojisine sahip değilsek de ne söylediğimiz ve söylemediğimizi bilecek kadar kendimizdeyiz elhamdülillah.

Mazlumder tarafından hazırlanan ve Özgür-Der, İHH, AKV, Medeniyet Derneği gibi bazı kuruluşlar tarafından da imza edilen ortak bildiride ise sizin okurlarınıza sunduğunuz gibi din dilini terk ederek “günah”ı es geçen, psikiyatrinin kaygan zeminine tutunmaya çalışan bir metin yok ortada. Belki konuyu yanlış anlamaya müsait kılan iki karşıt görüşe dair bir bildiri için uzun sayılabilecek tartışmalı görüşlerin alıntılanmasından bahsedilebilir. Ancak her şeye rağmen “tıp alanında birbiri ile örtüşmeyen görüşlerin mevcudiyeti” vurgusu ile “hastalık olmama halinin” durumun normalliği olarak kabul görmediğinin altı çizilmektedir. Şu cümlelerde ise karşı olma prensibinin mantalitesi yeterince açık olarak vurgulanmıyor mu? “…Müslümanların, inanışlarına göre ayıp ve günah olana karşı durmaları çok normal ve sorumlulukları gereği olup bu sorumluluk sadece Müslüman toplumlar için değil tüm insanlık içindir. Bu nedenle ahlaki olmayanın ve günahın hukuki kural olmasına ve meşruiyet kazanmasına asla destek verilemez.” Ortak bildiride eşcinsellik kimliğinin ve siyasetinin hayatın kendisine (doğru vurgu ‘yaratılış amacına’ olmalıydı) karşı bir ihanet olarak nitelenmesi de zannedildiği gibi iktidar ilişkilerine bağımlı sosyal bilimler merkezli değil fıtri-değer merkezli bir duruşu sergiler.

“Su testisi suyolunda kırılır” meselesinde de maalesef aynı zaaflı yaklaşım söz konusu. Kaplan, bizleri eşcinsellerin başına gelen haksızlıklar karşısında “Müslüman ahlakıyla bağdaştırılamayacak duruş” sahibi olmakla, vahamete yol açan bir umarsızlıkla itham ediyor. Bize şöyle soruyor Sayın Kaplan: “…Ne zamandır polis dayağını ve cinayeti ‘kötülükten men etmek’ kategorisinde görür olduk?” Bu saçma sapan, hatta saygısız sorunun muhatabı kim acaba? Özgür-Der bildirisinde bırakın böyle bir iddiayı, imayı konusu bile edilmemiş bir kıyası Kaplan bize nispet ederek alay mı etmeye çalışıyor, hakaret mi? Sorunun kaynağı sosyal bilimlere vakıf ve Müslümanca hassasiyetleri ile temayüz etmiş bir şahsın okuduğunu anlayamaması mı yoksa bağlamından kopararak sanık sorgular gibi sorgulamaya kalkması mı? “Cinayet ve nefret suçlarını teşvik” başlığı altında geliştirilen klişe psikolojik savaş söylemlerine cevaben şu soruları soruyoruz: Homoseksüel, transseksüel, biseksüel, gay, lezbiyen vd. bir dizi sıfatta cilalayıp piyasaya sürülen iğrenç günahkârlara yönelik hangi cinayetin arkasında biz Müslümanları gördünüz? Camiden çıkan sarıklı-sakallı mı, oruç tutan çarşaflı-başörtülü mü, İlahiyat-İHL’de okuyan bir genç mi? Hangileri veya hangisi homoseksüellere, travestilere yönelik cinayete, gaspa, yaralamaya, tecavüze girişti? Hangi Müslümanı hangi amelinden dolayı suçluyorsunuz? Sorumuz bu!
Eşcinsellik siyaseti yürüten kişi ve kurumların birkaç klişe söylem etrafında dönen akıl ve mantık dışı üstelik ahlak karşıtı kara propagandalarının, basit psikolojik savaş taktikleri olarak sırıtan zihin yönlendirme girişimlerinin farkında olduğumuzu vurguladıktan sonra bildirimizde tam olarak şunu söyledik: “…Eğer homoseksüellerle ilgili bir şiddet veya cinayet varsa genelde bu şiddet veya cinayetin arkasında ya bir başka homoseksüelin ya da bu homoseksüellerle ilgili bir başka sapkın karakterin olduğunu görmüyor değiliz.” Ne eksik, ne fazla tam olarak söylediğimiz buydu. Cümlenin hem kendi içindeki hem de zamansal bağlamı budur. Bakan Aliye Kavaf üzerinden eşcinsellik sorununa tavır alan herkesi kara bir propaganda tekniği ile susturmaya, mahcup etmeye, özür dilemeye böylece tahakküm altına almaya çalışan homoseksüellik lobilerinin mesnetsiz ve ahlaksız iddialarına cevap veriyoruz doğal olarak. İnsanlığı çürütmeye, kokuşturmaya yeltenen bu meseleyi eğlenmek için konuşmuyoruz. Önemli bir kısmı depresif kişilikleri ile uyuşturucu bağımlısı haline gelmiş, güçlü intihar eğilimi taşıyan, şiddete meyyal bir kesimin “iç sorunu” olan olaylar neden başkalarına fatura ediliyor sorusu zannedildiği gibi anlamsız değil.
Travesti Esmeray’ın yediği dayakla veya Eşcinsel Ahmet Yıldız’ın öldürülmesi ile diğer Müslümanların ve bizim ne alakamız var? Kimseyi dayak atmaya, cinayet işlemeye teşvik etmiyoruz. Kaldı ki bu tip karakterlere sahip olanlarla ne arkadaşız, ne komşu, ne aile dostu, ne yoldaş ne de sırdaşız. Ne öğrencimiz, ne müşterimiz ne de personelimiz olmadığı için herhangi bir irtibatımız da yok zaten. Bizler Müslümanlar olarak toplumu bu çirkin günaha sürükleyen düşünce ve ilişki biçiminin doğal olarak karşısındayız. Ama Hilal Hanım homoseksüellere yönelik şiddet ve cinayetlerin gerçek arka planını, faillerini öğrenmek istiyorsa Adalet Bakanlığı’na yazacağı bir dilekçe ile Bilgi Edinme Hakkı çerçevesinde öğrenebilir veya konu ile ilgili KAOS-GL, LAMBDA-İST, İHD vs gibi kurumların arşivinden istifade edebilir. Gazete arşivleri de konuyu aydınlatmakta işe yarar. Böylece elde edilen verileri sosyal bilimlerin bulgularını matematik diliyle ifadesi olan istatistiğin de yardımıyla oran-orantı yaparak aydınlığa kavuşturabilir. Bakalım eşcinsellere yönelik sağa sola yamanan o cinayet ve şiddet tablolarının içerisinde kaç aşırı veya ılımlı dinciyi görebilecek?! Elde ettiği bilimsel bulguları Taraf gazetesi aracılığıyla kamuoyu ile paylaşırsa ciddi bir iyilik yapmış olur sanırım.
Kaplan’ın yazısında dikkat çekici bir husus da “mevzubahis eşcinsellik olunca yan yana gelen onlarca İslami kuruluş” cümlesinde sırıtan alaycı ama temelsiz yargısıdır. Hilal Hanım’ın yaşını, tecrübesini, birikimini bilemeyeceğim ama ironik bir dille “onlarca” diye hafife aldığı dernek ve vakıf kendisinin zannettiği gibi gündem sadece eşcinsellik olunca ve sadece şimdi bir araya gelmediler. Sadece Türkiye’de değil dünyanın her bölgesinde yaşanan savaş, işkence, işgal, zorunlu göç, sel, deprem, tsunami vs. ile ilgili bazen zayıf ve gecikmiş olsa da tavır aldılar, kamuoyuna açık mesajlar verdiler. Müslümanların siyasal ufukları ve sorumluluk duyguları Filistin, Irak, Afganistan, Bosna, Tunus, Cezayir, Çeçenistan, Doğu Türkistan vd. bölgelerde yaşanan sorunlara kadar uzandı. Müslümanlar Kürt sorununa, F Tipi cezaevi sorununa, eğitim öğretim dayatmalarına, başörtüsü yasağına, darbe süreçlerine, devlet çetelerinin provokasyonlarına, milliyetçilik kışkırtmaları başta olmak üzere ülke içindeki birçok soruna ilişkin de kimi zaman tek tek kimi zaman da hep beraber tavır ortaya koydu. Emperyalizm karşıtı oldukları gibi Kemalist cunta oluşumlarına karşı da İstanbul başta olmak üzere Türkiye’nin her yanında duruşlarını ortaya koydular. Yaygınlığı, istikrarı, niteliği bir yere kadar tartışılabilir ama bu etkinlikleri hafife almak, alay konusu yapmak yetmeyince yok saymaya kalkmak düpedüz saygısızlıktır. Ama dün bir, bugün iki kaleme aldığınız birkaç makale ile katıldığınız üç-beş basın açıklaması ile “hakiki muhalefet merkezini sıfırdan inşa etmeye” adaysanız bir şey söyleyemeyiz elbette.
Diğer taraftan muhalefet samimiyetini tayin ve ufkunu belirleme açısından asıl cepheleşmeyi Hrant Dink’in ailesinin adalet arayışına ses vermek, ortak bildiri yazmak, 19 Ocaklarda tüm üyelerini Agos’un önünde buluşturmak vs gibi ilave kriterlere dair de söylenmesi gereken bazı şeyler var. Hrant Dink suikasta maruz kalıp katledildiği saatten sadece iki-üç saat içerisinde Özgür-Der bir bildiri yayınlayarak cinayetin Kemalist-ulusalcı devlet çeteleri tarafından işlendiğini kamuoyuna deklare etti. Geliyorum diyen faili malum cinayet ve sonrasında açığa çıkan bilgi, belge ve ilişkiler Dink suikastının ardından söylediklerimiz ve durduğumuz yer İslamcı muhalif bir hareket olarak adalet talebimizin bize göre sadece bir örneğidir. Bu çerçevede Haksöz dergisinin Şubat 2007 kapağı ve dosyası H. Dink suikastına ayrılmıştı ve kapakta Dink cinayeti de dâhil devlet çeteleri tarafından işlenen bütün suikastların Türkçü Resmi İdeolojik Söylem’den neşet ettiği vurgulanmıştı.
Bu vesile ile aktarmanın sırasıdır diye düşündüğüm bir tecrübeyi de okuyanlarımızla paylaşmayı uygun görüyorum. Şubat 2007’nin hemen başında Özgür-Der Yönetim Kurulu üyeleri olarak Agos gazetesini aradık ve kendilerinden taziye ziyareti için randevu aldık. Sözleşilen saatte Agos gazetesine gittiğimizde Başkan Hülya Şekerci ve diğer başörtülü arkadaşlar “yüzünden” resmen ortada kaldık. Gazete çalışanlarının bize karşı şaşkın ancak daha çok tedirgin tutumlarını Hrant Dink’in acısının henüz taze olmasına bağladık doğal olarak. Fakat 10-15 dakika sonra bizi girişten misafir kabul odasına aldıklarında daha büyük bir sıkıntı ile muhatap olduk. Gazetenin sahibi yaşı oldukça ileri olan beyefendi kendisiyle tokalaşmayan bayan arkadaşlarımızı resmen fırçalıyor ve “Madem tokalaşmayacaktınız buraya niye geldiniz o zaman?” mealinde biz misafirlerine karşı sert, hatta kırıcı bir üslup takınabiliyordu. Biz ise taziyeye gelmiş olmanın, muhatabımızın bizi hiç tanımayan yaşlı bir kimse olmasının ve en önemlisi Ermeni vatandaşlar üzerinden yükseltilen Kemalist ulusalcı dalganın mağduru olmuş bir kimseye ve gruba karşı sükûneti korumanın daha doğru olacağı kanaati ile ortamın düzelmesi için çabalıyorduk. Neyse ki az sonra Etyen Mahçupyan geldi de bizi başka bir odaya davet etti ve ziyaret bu badirenin ardından maksadına uygun bir biçimde tamamlanmış oldu. Özgür-Der Yönetim Kurulu üyeleri olarak hem suikast hem de “Hepimiz Hrantız! Hepimiz Ermeniyiz!” sloganı üzerinden devam ettirilen psikolojik saldırıların iyice gerginleştirdiği devlet merkezli toplumsal krizde bu konuyu konuşmanın Kemalizm’in değirmenine su taşımaktan başkaca bir anlamı olamayacağı kanaati ile meseleyi kendi çevremize dahi anlatmadık.
Bizim için tayin ettiğiniz bir eylem biçimi, yeri, söylemi üzerinden mi bizi sınayacaksınız? Agos’un önü olacak, 19 Ocak olacak, tüm üyeler belirlenen yerde toplanacak, tüm İslamcı kurumlar imza edecek vs, vs. Biz o zaman hiç kafa yormayalım, uğraşmayalım arada bir siz bize Taraf gazetesindeki köşenizden talimatları bildirin bari! Bu kriter dayatmaya teşebbüs değil de tahakküme yeltenmek değil de nedir Allah aşkına! Özgür-Der olarak biz de bir şeyler söylüyoruz, öneriyoruz, yapıyoruz ama kimseyi gelmediği, katılmadığı için suçladığımız vaki değildir. Kendimizde göremediğimiz bir hakkı hiç kimsede görmeyiz tabii ki.
Hrant Dink suikastının ve davasının sembolik bir önemi olduğu muhakkak. Fakat neden tutarlılık testini ve cepheleşme çağrısını Dink ailesinin söylemi üzerinden yapıyorsunuz onu anlayabilmiş değilim. Mesela Hilal Hanım bugün cezaevlerinde İslami kimlikleri dolayısıyla yatan kaç Müslüman olduğunu biliyor mu? El-Kaide, Hizbullah, Hizbu’t-Tahrir vb. gibi örgütlerle ilişkili olmak suçlamasıyla kaç kişinin, ailenin, kurumun hangi isnatlarla mağdur edildiğini hiç merak ettiniz mi? Rusya’ya iade edilmek istenen veya İstanbul başta olmak üzere bazı şehirlerde katledilen Çeçen mülteciler hiç gündeminize girdi mi? Filistinli mültecilerin İsrail’in baskıları dolayısıyla Türkiye’de diğer mültecilerin haklarından bir kısmından mahrum edildiğini biliyor musunuz? Bu meseleleri veya mağduriyetleri kıyaslıyor veya birini diğeriyle yarıştırıyor değiliz elbette. Fakat yıllar yılı sol-sosyalist çevrelerin bizi Maraş, Çorum, Sivas meseleleri üzerinden hesaba çekme mantıksızlıklarından gına gelmişken karşımıza şimdi de sizin çıkaracağınız Dink ailesinin taleplerine ses vermek-vermemek üzerinden hesaba çekme, hizaya sokma, istikamet belirleme kriterlerine doğrusu hiç tahammül edemeyiz.
Kimseye kendimizi ispatlamamız gerekmez. Dünyanın bizim çevremizde döndüğüne inanmak gibi bir anormalliğimiz yok hamdolsun. İmanımızın gereği haksızlığa, zulme, yalana, ifsada karşı gücümüz, ufkumuz, cesaretimiz ve imkânlarımız nispetinde mücadele ediyoruz. Binlerce sahife tutarında sözümüz-yazımız, yüzlerce eylemimiz durduğumuz yerin de karşı olduğumuz yerlerin de gayet açık bir biçimde koordinatlarını veriyor. Sağ sapmaya, sol özentiye, liberal komplekse düşmedik. Yanlışlarımızdan ötürü eleştiriye, özeleştiriye, tavsiyeye elbette ki açığız. Özellikle Müslüman kardeşlerimizin eleştiri ve çağrılarına kulak tıkayamayız. Çağrıların makul, mantıklı, maslahata uygun olması şartıyla elbette. Tutarlılık testini eşcinseller üzerinden, samimiyet testini Dink ailesinin talepleri üzerinden, çağrı merkezini de Taraf gazetesi üzerinden ikame etmenize itirazımız var.
İstişareye elbette evet diyoruz ama kimsenin şemsiyesinin altına girmeye hevesli değiliz. Bilemiyorum siz kendinizi Müslümanlarla istişare etmeye, Fatiha Suresi’nde ifade ettiğimiz gibi İslam kardeşliğine, ümmetin dayanışmasına, kulluk şuuru etrafında hep birlikte adil şahitler olmaya aday görüyor musunuz? Yoksa… Sanıyorum ki bu ihtimali konuşmaya, tartışmaya gerek yok. Hakkı ve sabrı tavsiyeleşmeye mecburen devam edeceğiz. Muhakkak ki Allah her işin doğrusunu bilendir.

İçeriği Paylaşabilirsiniz

Kardelen Pazarlama Sunar!

Sonra »

İftarı Zehir Etmenin Politik Kazancı(!)

Leave a comment

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir