Özgür-Der Bursa Şubesinin 2022-2023 yılı programlarının üçüncüsü Özgür-Der Genel Başkan Yardımcısı Kenan Alpay’ın sunumu ile gerçekleştirildi.
Kenan Alpay sunumuna ’’’Toplumsal kimlik ve hayat tarzları neden bulanıklaşıyor’ sorusuna cevap aramalıyız” diyerek başladı. “Öncelikle bir Müslüman olarak hayata nasıl bakıyoruz. Allah’a, Resulüne iman ettik ve Allah’ın çizdiği hududullaha uygun bir hayat yaşamak hedefindeyiz. Bununla beraber Allah’ın çizmiş olduğu sınırları çiğneyen, etkisiz hale getirmeye çalışan farklı ideolojiler ve yapıların karşısında hakkı temsil etmek ve ikame etmek, Allah’ın bize verdiği bir sorumluluktur.” diye belirtti Alpay.
Bursa Osmangazi Belediyesi’ne bağlı Ördekli Kültür Merkezi’nde gerçekleşen Kenan Alpay’ın sunumu “öncelikle toplumsal kimlik ve hayat tarzları neden bulanıklaşıyor?” sorusuna cevap aramalıyız diyerek başladı. Alpay konuşmasına şöyle devam etti: “Öncelikle bir Müslüman olarak Allah’a ve Resulüne iman ettik ve Allah’ın sınırlarını çizdiği Hududullaha uygun bir hayat yaşamak hedefindeyiz. Bununla beraber Allah’ın çizmiş olduğu sınırları çiğneyen, etkisiz hale getirmeye çalışan farklı ideolojiler ve yapıların karşısında hakkı temsil etmek ve ikame etmek, Allah’ın bize yüklediği bir sorumluluktur.”
Özellikle son dönemde post-modern bir hayat tarzı ve iletişim biçimleri küresel çapta toplumları alt-üst edecek düzeyde belirleyici olmaya başladı. Müslüman fert ve toplumlar da bu post-modern hayat tarzlarının amansız bir biçimde yarış yaptığı kulvarlara girerek, onlarla rekabete girmiş durumundalar. Oysaki Milliyetçilik, sekülerizm, Kemalizm veya liberalizm gibi ideolojilerle gerek kaynaklar ve hedefler açısından gerekse usul ve üslup açısından elbette ki İslam’ın ve Müslümanların arasında çok temel ve derin farklar olduğu her zaman vurgulanmak zorundayız.
Tutarlılık sorunu her yerde
Modernleşen dünyadan sadece Müslümanlar olumsuz manada etkilenmedi. Farklı yapı ve ideolojiler de bu anafordan sarsıcı düzeyde derinden etkilendiler. Örneğin uzun bir süredir Komünist Çin devleti tarafından Müslüman Uygur halkına karşı Doğu Türkistan’da sistematik olarak işletilen korkunç bir zulüm, işkence ve haksızlıklar var. Ve bu haksızlığı Türkiye’de dile getiren birçok dernek, yapı ve hatta siyasi parti bulunmaktadır. Ama bugün Türkçülük kavgası veren çevre ve partilere baktığımızda, sanki Çin komünist partinin zulümleri ve işkenceleri bitmiş de Doğu Türkistan’dan hiçbir ses işitilmiyormuşçasına bir tepkisizlik görebiliyoruz. Bunun sebebi olarak da hemen gayet pragmatik bir takım klişe cevaplar sıralanıyor: “Globalleşen dünyada Çin gibi bir devleti karşımıza almamalıyız. Özellikle Amerika ve Avrupa’ya karşı Çin’le geliştirilecek ikili ilişkilere dikkat etmeliyiz. Küresel kuşatmayla ölümcül düzeyde rekabet halinde olduğumuz bu sıkışık, stresli, çatışmalı dönemde Çin’e her zamankinden daha yakın durmalıyız” tarzında yaklaşan Türkçü-milliyetçi duruşlar göze çarpıyor. Bu milliyetçilik akımı aslında Türklük/Türkçülük adı altında sözde bir sahiplenmeyi vurgularken, gelinen noktada en temel ideolojik söylemlerini geri planda bırakıp, ulu devlet menfaatlerini merkeze alarak onca zulüm ve işkenceye sessiz kaldıklarını görüyoruz.
Başka bir örnek olarak da ülkemizde Kemalizm ideolojisini savunan bir takım kadrolar, örgüt ve partiler var. Kemalizmin devletin, siyasetin, toplumun, üniversitenin hatta ilkokulun ve kreşlerin bile çizgisini, yönü kıblesini tayin etmesi gerektiğini savunan bu kesimlere göre; Mustafa Kemal her yaptığıyla eşsiz bir örneklik ve ulu bir önderliktir. Fakat bu dönemde en sıkı Kemalist örgütler bile Türkçe ezan uygulamasına dönülmesi yönünde bir siyaset yürütmüyor. Gerekliliğine inanmadığı için değil tersine bu tür söylemler taban kaybettirir kaygısıyla bu hedeflerini gizliyor veya erteliyorlar.
Özellikle son dönemde muhafazakar kesimde de siyasetçilerden tutun bürokratlara, medya mensuplarına, akademisyenlere hatta site yöneticilerine, muhtarlara kadar türlü vesilelerle Ulu Önder/Ebedi Şef Mustafa Kemale olan sevgi, saygı ve sadakatlerini şükran, saygı ve rahmet okuyuşları eşliğinde zikretme modası olarak yükselen tuhaf bir trend var. Anıtkabir’i ziyaretten tutun, ona rahmet okumaya kadar bir ilkesizlik, şaşkınlık ve kompleks içine düşmüş muhafazakar bir perspektif görüyoruz. Oysaki en makul olan iş hakikatle yüzleşmektir, hakikatleri bir menfaat ilişkisine ve korkuya düşmeksizin dile getirmektir. Ama ne yazık ki tam olarak bu vurguyu yapamayan insanlar ve yapılar var. Tabi ki hayatı bir bütün ve salt olarak çatışma üzerine kurmak, keskin bir biçimde ayrıştırmak istemiyoruz. Kucaklayıcı ve esnek olacağız elbette ama bu durum hiçbir surette ilkesizlik anlamına gelememelidir. Prensip sahibi olanlar esneklik gösterebilirler ancak esneklik ile ilkesizlik arasındaki temel farkı göremeyenler kaybetmeye mahkumdur.
Kur’an ve Sünnet’in gösterdiği yol
İşte burada tam olarak ortaya çıkan temel sorunun faydanın veya pragmatist yaklaşım olduğunu söyleyen Alpay, Bakara Suresi 40 ve 41. Ayetlerini hatırlattı “Ey İsrail oğulları! Size verdiğim nimeti hatırlayın, bana olan ahdinizi hatırlayın ve ben de size olan ahdimi yerine getireyim. Bir de benden yalnızca benden korkun. Beraberinizdeki delilleri (Tevrat) doğrulayıcı olarak indirdiğimiz (Kur’an) iman ediniz ve onu inkâr edenlerin ilki olmayınız. Ayetlerimi de az bir pahaya satmayınız ve yalnız benden korkunuz.” Bununla beraber insanların Allah’a verdiği ahdin arkasında olması gerektiğini ve bunu faydacı bir yaklaşım için kaybetmemesini belirtti.
Hitabın İsrailoğulları’nı işaretlemesiyle beraber bütün insanlığa teşmil edilen Bakara Suresi 83. Ayetini de anmak gerekir. Ayet-i Kerime şöyle: “Hani İsrailoğulları’ndan ‘Allah’tan başkasına ibadet etmeyin, anneye babaya, yetimlere, yoksullara iyilik yapın ve insanlara güzellikle söz söyleyin, namazı kılın, zekatı gereği gibi verin’ diye söz almıştık. Sonradan sizden pek azınız hariç yüz çevirdiniz. Ve hala da yüz çevirmektesiniz.”
Allah’ın tek bir ilah olduğu hakkında hiçbir şüphemiz olmadığı gibi sadece O’na iman edip O’ndan yardım istememiz gerektiğinden de şüphe etmiyoruz. Müslüman şahsiyetin inancı ile hayatı arasında bir bütünlük olduğunun altını kalın kalın çizelim. Müslüman kişilerin servet, şehvet, makam, mevki ve şöhret karşısında imtihanı kaybetmemek için hem nefsiyle hem de insan ve cin şeytanlarıyla son nefesine kadar mücadele etmekten başkaca seçeneği yoktur.
Müslüman şahsiyetin hayatı doğruluk ve hakikat üzere olması gerekir. Her duyduğu, her okuduğu şeye inanmaması ve tetkik edip doğruluğunu teyid etmedikçe de bunları asla yaymaması gerekir. İslami şahsiyette doğruluk, dürüstlük ve açıklık en bariz vasıftır. Takıyye adı altında bu sorumluluktan kaçamaz. Sevgili Peygamberimizin (sav) ashabına hitabı bir defasında “benim saçımı şu ayet ağarttı” şeklindeyken diğer bir defasında “benim belimi işte şu ayet büktü” şeklinde “emrolunduğun gibi dosdoğru ol” ayetine atıf yapmıştır. Müslümanın hayatı her alanda bir bütünlüğe, tutarlılığa, şeffaflığa dayandığı gibi takıyyeden, çift kimliklilikten, pragmatizmden de uzak olmalıdır.
Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (sav)’nin Muvatta’da geçen şu hadisi üzerinde siyasetçisiyle, bürokratıyla, gazetecisiyle, pazarcısıyla hepimizin iyice düşünmesi icap ediyor: “Bir kavimde gulül (kamu malından hırsızlık) zuhur ederse, Allah o kavmin kalplerine korku atar. Bir kavim içinde zina yayılırsa orada ölüm artar. Bir kavim ölçü ve tartılarda (hile yaparak) miktarı azaltırsa Allah ondan rızkı keser. Bir kavmin (mahkemelerinde) haksız yere hükümler verilirse o kavimde mutlaka kan yaygınlaşır. Bir kavim ahdinden dönüp gadre (vefasızlığa) yer verirse Allah onlara mutlaka düşmanlarını musallat eder.”
Küresel kapitalizmi, Kemalist oligarşiyi eleştirip ona muhalefet etmek en başta Müslümanların hakkı ve görevidir elbette. Lakin küresel kapitalizmi, bürokratik oligarşiyi, milliyetçi ve devletçi mantığı söylem düzeyinde eleştirmek, sadece siyasi muhalefet namına reddetmek hiçbir zaman yeterli değildir. Çünkü sağlıklı ve güvenilir eleştiri, ahlaki ve hukuki düzeyde hayat bulan muhalefette kendisini gösterir. Sermaye ve güç temerküzüne yönelirsek, denetimsiz bir otoritenin ve saltanatın-şatafatın peşine düşersek, tek sesliliği dayatıp tezahürat ve şakşakçılıktan medet umarsak nihayetinde sisteme alternatif değil kötü bir kopya üretmiş oluruz. Tam da bu sebeple milliyetçi-devletçi refleksleri meşru ve makul bir siyaset olarak takdim etmek için ayet ve hadisleri bağlamından kopararak kullanmaya başlarsak değişim ve olgunlaşmadan değil dönüşüm ve çözülmeye duçar oluruz.
Özellikle son yıllarda yerlilik ve millilik sloganı coğrafyamızda hâkim olmakta. Bu tür slogan ve yaklaşımlar hayatın her alanında fazlasıyla rahatsız edici şekillerde zuhur ettiğini görebiliyoruz. Mesela küresel saldırılar, fitne ve bozgunculuk gibi konular açılınca en kolay ve en yaygın olarak hemen Netflix veya LGBT türü örnekler vermek akla geliyor. Peki, yerli ve milli medya gibi payelerle taltif edilen sözde muhafazakâr-dindar kadroların yönetimindeki kanallarda, haber sitelerinde, dizilerde, gençlik organizasyonlarında kamuoyuna takdim edilen bin bir çirkinlikleri, günaha teşvik eden utanç verici sahne ve diyalogları ne yapacağız? Gençleri mafya raconuna özendiren, haz ve gösteriş bataklığına doğru yönlendiren film-dizi sektörünü, bu bataklıklarda rol kapmak için yarışan kız-erkek gençlik sorununu nasıl çözeceğiz?
Elbette küresel bir ahlaksızlaştırma operasyonu tüm hızı ve imkânlarıyla üzerimize üzerimize abanıyor. Lakin “yerli ve milli” etiketiyle pazarlanan lümpenliği, magazin ve tüketim kültürünü, teşhircilik ve röntgencilikten zina ve cinayetlere uzanan azgınlığın sebep olduğu çürüme ve yıkımı hafifletmek üzere tehdidin sürekli dışarıdan kaynaklandığını tekrarlamak çözüme değil yıkıma davetiye çıkarmaktır.
Hâlbuki bu filmlerin ve dizilerin insanların hayatı üzerinde çok ciddi etkileri oluyor. Ve toplumun psikolojisini bozup, uyuşturucu ve içki bağımlılığına itekliyor. İnsanlar bu dizilerdeki karakterleri kendilerine rol model seçip takip ediyorlar.
Oysaki Müslümanların rol modeli de bellidir, örnek alacağı şahsiyet ve davranışlar da bellidir. Evvela Resullerin ve Nebilerin, sıddıkların, şahitlerin, salihlerin, muttakilerin, muhsinlerin yani Fatiha suresinde “nimet verilenler” olarak zikredilenlerin öncümüz, önderimiz, örneğimiz olduğu gerçeğinden hareket etmek mecburiyetindeyiz. Allah’ın hidayetine tabi olmak üzere bizlere hakkı ve hakikati ikame edenlerle, adaleti ve merhameti ayakta tutanlarla, rükû ve secdeye varanlarla beraber olmamız tavsiye ediliyor.
Sahabe-i kiram tarafından Hz. Peygamber’e sorulan “en efdal/faziletli-hayırlı amel hangisidir?” sorularına farklı zaman, ihtiyaç-eksiklikler üzerine verilen cevapların birbiriyle çelişkili değil bilakis birbirini tamamlar nitelikte olduğuna dair bazı örnekler üzerinde durabiliriz. Bazen sadaka ve cihadın bazen anne-babaya iyiliğin bazen de Allah için sevmek ve Allah için buğzetmenin öne çıktığı hadislerin hikmeti üzerinde dikkatle durmamız gerekir. “En efdal/hayırlı mü’min hangisidir?” tarzı soruların da benzer bir hikmetle cevaplandığına ilişkin rivayetle hiç de az değildir. Mesela “Kur’anı öğrenen ve öğreten”, “borcunu en iyi ödeyen”, “geç öfkelenip çabuk affeden”, “mü’minlerin kalbine ümit ve sevinç koyan”, “sadaka veren” gibi tavsiyelere uyarak ancak doğru-dürüst bir kimlik sahibi olmanın yollarına işaret edilir.”
Son olarak Alpay dünyanın gelip geçici bir yurt olduğunu hiç hatırdan çıkarmamız gerektiği üzerinde durdu. Allah’ın bize rol model olarak seçmiş kişileri örnek almamız gerektiği ve Kur’an’ın gölgesinde bir hayat inşa etmemiz gerektiği vurgularıyla program sona erdi.
Özellikle son dönemde post-modern bir hayat tarzı ve iletişim biçimi ortaya çıktı. Müslümanlar da bu modern tarzının yarış yapıldığı kulvara girerek, bir yarışa girmiş durumdalar. Oysa ki Milliyetçilik , sekülerizm , kemalizm veya liberalizm ideolojisiyle elbette ki İslam arasında çok temel ve derin farklar olduğunu söyledi.
Alpay, modernleşen bu dünyada sadece müslümanların etkilenmediğini, farklı yapı ve ideolojilerin de etkilendiğini söyledi. Alpay, sözlerini şöyle sürdürdü:
“Örneğin uzun bir süredir Doğu Türkistan’da bir zulüm, işkence ve haksızlık var. Ve bu haksızlığı Türkiye’de dile getiren birçok dernek, yapı ve hatta siyasi parti bulunmaktadır. Ama bugün bunlara baktığımızda, sanki Çin Komünist Partisi’nin zulümleri ve işkenceleri bitmiş ve Doğu Türkistan’dan hiçbir ses alınmıyor tarzında bir sessizlik görebiliyoruz.” dedi. Bunun sebebinde globalleşen dünyada Çin gibi bir devleti karşımıza almamalıyız. Özellikle ikili ilişkilere dikkat etmeliyiz. Rekabet halinde olduğumuz bu modern dönemde Çin’e yakın durmalıyız.’’ Diyen bir milliyetçilik duruş var. Bu milleyetçilik akım aslında türklük adı altında bir sahiplenmeyi vurgularken, gelinen noktada söylemlerini geri plana bırakıp, sessiz kaldıklarını görüyoruz.
Başka bir örnek olarak da ülkemizde Kemalizm ideolojisini savunan bir takım insanlar var. Kemalizmin devletin, siyasetin, toplumun, üniversitenin hatta ilkokulun ve kreşlerin bile çizgisini, yönünü, kıblesini tayin etmesi gerektiğini savunan bu insanlara göre Mustafa Kemal her yaptığıyla bir örneklik ve önderliktir. Oysaki bu milletin tarihine, yapısına, fikirlerine, düşüncesine ve inancına despot bir şekilde engel oldu.
Özellikle son dönemde siyasetçiden tutun herhangi bir yapının başkanına kadar Mustafa Kemal’e olan bağlılıklarını belirten bir trend var. Anıt Kabiri ziyaretten tutun, ona rahmet okumaya kadar bir ilkesizlik içine girmiş insanlar görüyoruz. Oysaki hakikatle yüzleşmek ve bu hakikati dile getirmek gerekir. Ama ne yazık ki tam olarak bu vurguyu yapamayan insanlar ve yapılar var. Tabi ki hayatı bir çatışma üzerine kurmak, keskin bir biçimde ayrıştırmak istemiyoruz. Kucaklayıcı ve esnek olacağız elbette ama bu şu anlama gelmemeli; ilkesiz ve prensipsiz olamayız. Önemli olan esneklikle ilkesizlik arasındaki temel farkı görmektir.”
Bu bağlamda ortaya çıkan temel sorunun pragmatist yaklaşım olduğunu söyleyen Alpay, Bakara Suresi 40-41. Ayetlerini hatırlatarak insanların Allah’a verdiği ahdin arkasında olması ve bunu faydacı bir yaklaşım için kaybetmemesi gerektiğini ifade etti.
Müslüman şahsiyetin inancı ile yaşamı arasında bir bütünlük olduğunu belirten Alpay Müslüman kişinin makam, mevki için imtihanını kaybetmemesi gerektiğini söyledi.
Alpay konuşmasına şöyle devam etti:
“Müslüman şahsiyetin hayatı doğruluk ve hakikat üzere olması gerekir. Her duyduğu şeye inanmaması gerekir. Duyduğunu çok iyi araştırıp liyakat sahibi kişilerle değerlendirdikten sonra inanmalı. Bununla beraber İslami şahsiyette doğruluk, dürüstlük ve açıklık en bariz vasıftır. Takiye adı altında bu sorumluluktan kaçamaz. Peygamberin sahabesine hitabı bu konuda “benim saçımı şu ayet ağırttı: Emrolunduğun gibi dosdoğru ol ayeti. Müslümanın hayatı her alanda bir bütünlüğe sahip ve takiyeden uzak olmalı.”
Daha sonra “Devletin malını çalmak, bir kavmin başına gelebilecek en büyük musibettir. Bir kavmin içerisinde zina artarsa orada ölüm artar. Bir kavim ölçü ve tartıda hile yaparsa Allah ondan rızkı keser. Bir kavmin mahkemesinde adaletsizlik olursa, o kavimde mutlaka kan davaları yaygınlaşır. Bir kavim ahdinden dönüp gadre yer verirse Allah onlara mutlaka düşmanlar musallat eder.’’ hadisini hatırlatan Alpay, Müslümanların haram kılınan şeylere dikkat etmesi gerektiğini söyledi.
Kenan Alpay sözlerini şu vurgularla tamamladı:
“Özellikle son yıllarda yerlilik ve millilik sloganı coğrafyamızda hakim olmakta. Bunu hayatın her alanında çok rahat bir şekilde görebiliyoruz. Bu, televizyonlardan tutun Netflix dizilerine kadar her alanda karşımıza çıkıyor. Halbuki bu filmlerin ve dizilerin insanların hayatı üzerinde çok ciddi etkileri oluyor. Ve toplumun psikolojisini bozup, uyuşturucu ve içki bağımlılığına itmekte. İnsanlar bu dizilerdeki karakterleri kendilerine rol-model seçip takip ediyorlar. Onların hayatlarını kendi hayatlarına aktarıyorlar.
Oysaki Müslümanların rol-modeli ve onlar için örneklik teşkil edecek tek bir kişi vardır o da Hz. Peygamber’dir. Ve Hz. Peygamber’in sahabesi, sıddıklar, şehitler, muttakiler ve hakkı hakikati ayakta tutanlardır. Müslümanın tabi olacağı kişi bunlardır.”
Kaynak: https://www.haksozhaber.net/toplumsal-kimlik-ve-hayat-tarzlarinda-bulaniklasma-159004h.htm